Birinci Cild İkiyüzdokuzuncu Mektub

Tarih: 2015-07-21 | Yazar : İmam-ı Rabbani (kuddise sirruhu) | Kategori: Tasavvuf

Bu mektûb, mîr Muhammed Nu'mân-i Bedahşî hazretlerine yazılmıştır. Kendinin (Mebde' ve Me'âd) adındaki kitabında yazılı bir bilgiyi açıklamaktadır:

Elhamdü lillahi Rabbil'âlemîn. Vessalâtü vesselâmü alâ seyyidilmürselîn ve âlihittâhirîn ecma'în. Seyyid hazretleri, kıymetli kardeşim mîr Muhammed Nu'mân, Allahü teâlâ ile olunuz! Buradakiler, çok şükür iyiyiz. İnsana rahatlık veren o sarayınızda, sizden ayrılırken, kardeşim Muhammed Eşref, (Mebde' ve Me'âd) kitabındaki bir yazının açıklanmasını istemişti. Vakit dar olduğundan, birşey anlatılamamıştı. Şimdi, o yazıyı açıklamağı düşündüm. Böylece, dostlarımın sıkıntısını gidermek istedim. O yazı şöyle idi: (Resûlullahın vefâtından bin ve birkaç sene geçtikten sonra, hakîkat-i Muhammedî, kendi yerinden yükselerek, Kâbenin hakîkati ile birleşir. Bu zaman, hakîkat-i Muhammedî ismi, hakîkat-i Ahmedî adına döner ve Zat-i ilâhînin mazharı olur. İki ism de, ism sahibi gibi olurlar. Îsâ gökten inerek, şeriat-i Muhammediyyeye göre yaşayacağı zamana kadar, hakîkat-i Muhammediyyenin yeri boş kalır. O zaman, Îsâ aleyhisselâmın hakîkati, kendi makamından yükselerek, hakîkat-i Muhammediyyenin boş kalmış olan makamına yerleşir).

Cevap: Bir insanın hakîkati demek te'ayyün-i vücûbî demektir. O kimsenin te'ayyün-i imkânîsi, bu te'ayyün-i vücûbînin zılli, görüntüsüdür. Bu te'ayyün-i vücûbî, Allahü teâlânın ismlerinden bir ismdir. Alîm, kadîr, mürîd, mütekellim gibi daha nice ismlerinden biridir. Allahü teâlânın bu ismi, o kimsenin rabbidir. Yâni, ona gelen her feyz, bu ismden gelir. Bu ism ile Allahü teâlânın çeşidli bağlantıları vardır. Sıfat mertebesinde, Allahü teâlâya bu ism verilir. Sıfatlar, Allahü teâlâdan ayrı olarak vardırlar. Şân mertebesinde de Allahü teâlâya bu ism verilir. Şân mertebesi, Allahü teâlâdan ayrıca var değil ise de, bir bakımdan ayrıca vardırlar. Sıfat ile şân arasındaki fark (Sülûk ve cezbe)yi anlatan mektûbda bildirilmişti. Anlaşılmıyan yerleri varsa, o mektûbdan okuyunuz! [Bu mektûb, birinci cildin ikiyüzseksenyedinci mektûbudur].

Şânın varlığı, yalnız îtibar ile yâni bir bakımdan ise de, bu şânın üstünde de, başka bir bakımdan, başka bir mertebe de vardır. O mertebe bu şânın mebde-i vücûd-i îtibarîsidir. Allahü teâlânın bu ismi, bu mertebede de vardır. Bu mertebenin üstünde de, daha başka bir bakımdan daha yüksek mertebe olur. Fakat, insan gücü bunu anlıyamaz. Bu fakir [yâni, İmâm-ı Rabbânî hazretleri], bu mertebeyi de geçirildim. Fakat, bu mertebenin üstünde, insan yok gibi olmaktadır. (Her ilim sahibinden daha büyük âlim vardır). Arabî beyt tercümesi:

Nîmete kavuşana âfiyet olsun!

Zevallı âşık, bir damla ile doysun!

Ehlullah yâni Evliyâ, kendi yaradılışlarına, güçlerine göre, bu mertebelere kavuşmakta birbirlerinden çok ayrıdırlar. Evliyâ arasında, Allahü teâlânın ismine yetişenler pek azdır. Çoğu, bu ismin zıllerinden bir zılle, bir görüntüye kavuşmuştur. Önce, seyr ve sülûk ile, imkân mertebelerinden geçerek, sonra, bir zılle kavuşurlar. Yalnız cezbe yolu ile de bu isme kavuşulabilir ise de, bunun kıymeti yoktur. Bu ismden daha yukarı yükselenler pek azdır.

Bir insanın hakîkati, onun te'ayyün-i vücûbîsine denildiği gibi, onun te'ayyün-i imkânîsine de denir. Bunları anladıktan sonra, deriz ki:

Muhammed Resûlullah, her insan gibi, Âlem-i halk ile Âlem-i emirden yapılmıştır. Onun Âlem-i halkının rabbi olan ism-i ilâhî, alîm şânıdır. Âlem-i emrini terbiye eden de, alîm şânının bir bakımdan üstünde olan mertebedeki alîm ismidir. Hakîkat-i Muhammedî, alîm şânıdır. Hakîkat-i Ahmedî, alîm şânının üstünde olan ve bu şânın mebdei olan ismdir. Bu ism, Kâbenin de hakîkatidir. Âdem yaratılmadan önce, Resûlullahda bulunan Peygamberlik, hakîkat-i Ahmedî bakımından idi. Hadis-i şerifte, (Âdem toprak ile su arasında iken Peygamberdim) bildirilen bu Peygamberlik idi ki, Âlem-i emirde idi. Îsâ Kelime-tullah olduğu ve Âlem-i emir ile bağlılığı çok olduğu için, Resûlullahın geleceğini, Ahmed ismi ile müjdelemişti. Îsâ aleyhisselâmın, (Benden sonra Ahmed isminde bir resûl geleceğini size müjdeleyiciyim) dediğini Saf sûresi haber vermektedir. Dünyaya teşrîflerinden sonraki Peygamberliği, hakîkat-i Muhammedîye bağlı idi. Belki de, iki hakîkate de bağlı idi. Rabbi yâni terbiye edicisi, yetiştiricisi olan da, hem bu şân ve hem de şânın üstündeki mertebe idi. Bunun için, bu mertebedeki dâvet, önceki mertebedeki dâvetten daha kuvvetli olmuştur. Çünkü o mertebedeki dâveti, yalnız Âlem-i emirde idi ve terbiyesi, yalnız (Ruhâniyân)a yâni ruhlara ve meleklere idi. Bu mertebedeki dâveti ise, hem Âlem-i halkta, hem de Âlem-i emirdedir ve terbiyesi, hem maddeye, hem de ruhlaradır. Bu dünyada, onun maddî tarafını melekî tarafından daha kuvvetli yaparak, insanlarla ilgisi çoğaltıldı. Böylece, insanların faydalanmaları kolaylaştırıldı. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine insanlık tarafını fazla açıklamasını emir buyurdu. Meselâ, Kehf sûresi, yüzonbirinci âyetinde meâlen, (Onlara söyle! Ben de sizin gibi insanım. Bana vahy olundu) buyuruldu. (Sizin gibi) buyurulması, insanlığını kuvvetli bildirmek içindir. Bu madde hayatından Kâbe hayatına geçince ruhanî tarafı çoğaldı. İnsanlara bağlılığı azaldı. Dîne çağırmak nûrâniyyeti değişti. Eshâb-ı kirâmdan birkaçı buyurdu ki, (Resûlullahı defn işini bitirmeden, kalblerimizde değişiklik duyduk). Evet, öyle oldu. Çünkü, görerek olan îmanları, görmeden olan îmana döndü. İşleri, görmekten, işitmeye kaldı. O yüce Peygamberin vefâtından bin sene geçtikten sonra, ruhanî tarafı öyle kuvvetlendi ki, insânî tarafını büsbütün örttü. Âlem-i halkı, Âlem-i emir hâlini aldı. Bunun için, Âlem-i halkından olanlar, kendi hakîkatlerine döndüler. Hakîkat-i Muhammedî de yükselerek, hakîkat-i Ahmedîye ulaştı. İkisi birleşti. Burada söylediğimiz iki hakîkat, onun Âlem-i halkının ve Âlem-i emrinin te'ayyün-i imkânîleridir. Te'ayyün-i vücûbîleri değildir. Te'ayyün-i imkânî bu te'ayyün-i vücûbînin zılli, görüntüsüdür. Çünkü te'ayyün-i vücûbî, yükselmez. İki te'ayyün-i vücûbî birleşmezler. Îsâ gökten inerek, âhır zaman Peygamberinin dînine uyunca, Onun hakîkati, kendi makamından yükselerek, Ona uyduğu için, hakîkat-i Muhammedînin makamına gelir. Onun dînini kuvvetlendirir. Bunun içindir ki, eski dinlerde, ülül'azm Peygamberin vefâtından sonra bin sene içinde, yeni bir Peygamber gönderilirdi. Bunlarla, o Peygamberin dîni kuvvetlendirilirdi. Onun dîninin zamanı bitince, başka bir ülül'azm Peygamber ile yeni bir din gönderildi. Muhammed, Peygamberlerin sonuncusu olduğu için ve Onun dîni hiç değiştirilemiyeceği için, Onun ümmetinin âlimleri, Peygamberler gibi oldu. İslâmiyeti kuvvetlendirmek işi bunlara yaptırıldı. Bunlardan başka, ülül'azm bir Peygamber de, Onun dînine sokuldu. Onun dînini kuvvetlendirmek işi buna da verildi. Hicr sûresi dokuzuncu âyetinde meâlen, (Kur'an-ı kerimi sana biz indirdik. Biz onu elbette koruyucuyuz) buyuruldu.

Resûlullahın vefâtından bin sene geçtikten sonra, ümmetinden gönderilen âlimlerin sayısı az ise de, bu islâmiyeti tâm kuvvetlendirmeleri için, çok yüksek olacaklardır. Resûlullah, Hz. Mehdînin teşrîf edeceğini haber vermiştir. Bin sene sonra gelecektir. Îsâ da, bin sene sonra, gökten inecektir. Bin sene sonra gelen Evliyânın yükseklikleri, Eshâb-ı kirâmın yüksekliklerine benzemektedir. Her ne kadar, Peygamberlerden sonra, en üstün Eshâb-ı kirâm ise de, sonra gelenler, bunlara çok benzedikleri için, hangilerinin daha üstün oldukları anlaşılamaz gibi olmuştur. Belki de bunun içindir ki, Resûlullah, (Öncekiler mi daha üstündür, yoksa sonrakiler mi? Bilinemez) buyurdu. Yoksa (Öncekiler mi daha üstündür, yoksa sonrakiler mi? Bilmem) buyurmadı. Çünkü, hangilerinin daha üstün olduğunu biliyordu. Bunun için, (En üstün olanlar, benim zamanımda bulunan müslümanlardır) buyurmuştu. Fakat, çok benzedikleri için, şüphe hâsıl olduğundan (Bilinemez) buyurdu.

Resûlullah, Eshâb-ı kirâmın zamanından sonra, Tâbiînin zamanının yüksek olduğunu bildirdi. Bundan sonra da Tebe-i tâbiînin zamanının üstün olduğunu bildirdi. Bunların da bin sene sonra gelenlerden daha üstün oldukları anlaşıldı. Sonra gelenlerin, Eshâb-ı kirâma çok benzemesi nasıl olur? denilirse; Şöyle cevap veririz ki, o iki asrın, bu son gelenlerden daha üstün olması, belki onlarda Evliyâ sayısının çok ve bid'at sahiplerinin az olduğu için olabilir. Bunun için, sonra gelenler arasında birkaç Evliyânın, o iki asırda  bulunan Evliyâdan daha yüksek olduğunu söylemek yanlış olmaz. Meselâ, Hz. Mehdî böyledir. Fârisî beyt tercümesi:

Yine gelseydi eğer feyz, Ruhülkudsten,

Îsâ mucizesi, görünürdü herkesten.

Fakat, Eshâb-ı kirâmın zamanı, her bakımdan, daha yüksektir. Bunun üzerinde konuşmak bile lüzûmsuzdur. Önce gelenler, onlardır. Na'îm Cennetinde yakîn olanlar onlardır. Başkalarının dağ kadar altın sadaka vermesi, onların bir avuç arpa vermesinin sevabına kavuşturamaz. Allahü teâlâ, dilediğini rahmetine kavuşturur.

(Mebde' ve Me'âd) kitabında, yukarıda sorulan yazıların daha üstünde yazılı bilgiler de, yukarıdaki cevabımızla açıklanmış oldu. Yâni, Kâbenin hakîkati, hakîkat-i Muhammedînin Kâbesidir, hakîkat-i Muhammedî buna secde eder, sözünün anlaşılması kolaylaşmış oldu. Çünkü, Kâbenin hakîkati, hakîkat-i Ahmedîdir. Bu ise, hakîkat-i Muhammedînin aslıdır. Hakîkat-i Muhammedî, bunun zıllidir. Bunun için, hakîkat-i Muhammedî buna secde eder.

Suâl: Kâbe, Onun ümmetinin Evliyâsını tavâf etmeye gelir. Onların bereketlerine kavuşmak ister. Kâbenin hakîkati, hakîkat-i Muhammedîden üstün olunca, bu tavâf işi nasıl câiz olur?

Cevap: Hakîkat-i Muhammedî, Muhammed aleyhisselâmın mukaddes makamlardan indiği makamların en aşağısıdır. Kâbenin hakîkati ise Kâbenin çıkabildiği en yüksek makamdır. Hakîkat-i Muhammedî yükselirken, ilk çıkacağı yer, hakîkat-i Kâbedir. Onun yükselmesinin sonunu, Allahü teâlâdan başka kimse bilemez. Onun ümmetinin Evliyâsının yüksek olanları, Onun yükseldiği makamların hepsinden pay aldıkları için, Kâbenin bunlardan birşeyler beklemesi, olmıyacak şey değildir. Fârisî beyt tercümesi:

Topraktan çıkan, gökleri aştı.

Yer ile zaman, geride kaldı.

(Mebde' ve Me'âd) kitabının o yerinde yazılı olan bir incelik de, böylece anlaşılmış oldu. Yâni, Kâbenin maddeden olan yapısı, herşeyin secde yeri olduğu gibi, Kâbenin hakîkati de, herşeyin hakîkatinin secde ettikleri makamdır sözü anlaşılmış oldu. Çünkü, herşeyin hakîkati, Allahü teâlânın sonsuz ismlerinden bir ismdir. Bu ism, o şeyin varlığı ve varlıkta kalması için lâzım olan her feyzin kaynağıdır. Kâbenin hakîkati, bu ismlerin üstündedir. Bunun için, bu hakîkat, herşeyin hakîkatlerinin secde yeri olur. Evliyânın büyükleri, hakîkat-i Kâbeden yukarı yükselir ve yukarıdaki nûrları alarak, kendi hakîkatlerine inerlerse, Kâbe, onların bereketlerine kavuşmak ister.

(Mebde' ve Me'âd) kitabında, ülül'azm Peygamberlerin yükseklikleri de yazılmıştı. Yâni birbirlerinden üstünlükleri bildirilmişti. O yazılar keşf ve ilhâm ile idi. Keşf ve ilhâm ise, tâm bilgi değildir. Onları yazdığım ve üstünlüklerini ayırdığım için pişman oldum. İstigfâr ediyorum. Çünkü, açık delîl bulunmadıkça, o yolda konuşmak câiz değildir. Estagfirullah ve etûbü ileyh min cemî'i mâ kerihallah kavlen ve fiilen!

Mektûbunuzda yazıyorsunuz ki, evde iken sormuştum, tâliblere tasavvuf yolunu öğretirsem, iyi olur mu? demiştim. Hayır olmaz buyurmuştunuz, diyorsunuz. Her bakımdan olmaz dediğimi hâtırlamıyorum. Şartlarına uymak lâzımdır. Şartlara uymadan öğretmek iyi olmaz demek istemiştim. Şimdi de böyle biliniz! Şartlara uymakta titiz davranınız! Gevşeklik olmasın. Bildirmek lâzım olduğu istihârelerle açıkça anlaşılmadıkca, öğretmemelidir. Kardeşimiz molla yâr Muhammed Kadîme de bunu söyleyiniz. Tarîkati öğretmekte acele etmemesini sıkı tenbîh ediniz. Kazancı çoğaltmağı değil, Allahü teâlânın rızasını kazanmağı düşünmelidir. Sık sık hâlinizi yazınız.

Talebenizden şikâyet ediyorsunuz. Kendinizden şikâyet etmeniz lâzımdır. Onlarla öyle görüşüyorsunuz ki, sonu üzüntülü olmaktadır. (Üstâd, talebesinin karşısında, iyi giyinmiş, kendine düzen vermiş olmalı) buyurmuşlardır. Onlarla senli benli olmamalıdır. Arkadaşlık etmemeli, hikâyelerle, latîfelerle vakit geçirmemelidir. Vesselâm.