Birinci Cild Kırkaltıncı Mektub

Tarih: 2016-04-28 | Yazar : İmam-ı Rabbani (kuddise sirruhu) | Kategori: Tasavvuf

Bu mektûb, yine nakîb seyyid şeyh Ferîde yazılmıştır. Allahü teâlânın var ve bir olduğu ve Muhammed aleyhisselâmın Onun resûlü olduğu bedîhîdir, pek meydandadır. Düşünmeye bile, lüzûm olmadığını bildirmektedir:

Allahü teâlâ sizi, kerim olan babalarınızın yolundan ayırmasın. Onların en üstünü olan birincisine ve geri kalanların hepsine, bizden duâlar ve selâmlar olsun! Allahü teâlânın var olduğu ve bir olduğu, hattâ Muhammed aleyhisselâmın, Onun resûlü olduğu ve hattâ onun getirdiği her emrin ve haberlerin, doğru olduğu, güneş gibi meydandadır. Düşünmeye, isbât etmeye hiç lüzûm yoktur. Kalbin bunlara inanması için, kalbin bozuk olmaması, mânevi hastalığı bulunmaması lâzımdır. Kalb hasta ve bozuk olunca, kalbin inanması için, akıl ile düşünmek, incelemek lâzım olur. Kalb hastalıktan kurtulur, basîretten yâni kalb gözünden mânevi perde kalkarsa, bunlara seve seve inanır. Meselâ, safrası bozuk kimse, şekerin tadını duymuyor. Şekerin tatlı olduğunu ona anlatmak, isbât etmek lâzım olur. Fakat, safra hastalıktan kurtulunca, isbât etmeye lüzûm kalmaz. Hastalıktan dolayı isbât etmek lâzım olması, şekerin tatlılığına bir kusur vermez. Şaşı olan, bir şeyi iki görür ve iki kişi var sanır. Şaşıdaki göz hastalığı, karşısındaki bir şeyin, iki olmasını Îcap ettirmez. O iki gördüğü hâlde, görünen yine birdir. Bunun bir olduğunu isbât etmek çok zordur.

Din bilgilerini, akıl ile isbât ederek inandırmak, kolay değildir. Yakînî, vicdânî bir îman elde etmek için, isbât yoluna gitmektense, kalbi hastalıktan kurtarmak lâzımdır. Nitekim, safra hastasını, şekerin tatlı olduğuna inandırmak için, isbât etmeye kalkışmaktansa, onu hastalıktan kurtarmak lâzımdır. Şekerin tatlı olduğu, ne kadar isbât edilirse edilsin, yakîn hâsıl edemez. Çünkü, şeker ağzına acı gelmekte, vicdânı acı olduğunu bilmektedir.

[Seyyid Abdülhakîm buyurdu ki: (Müdrike) yâni bir şeyi anlamak kuvveti üçtür: Üçünün de doğru anlıyabilmeleri için, bulundukları uzvların hasta olmamaları lâzımdır. Birincisi, görünen his organlarındaki kuvvetler olup, görme, işitme, koklama, gıdânın lezzetini alma ve sıcaklık, sertlik anlama. Bu kuvvetler, insanda bulunduğu gibi, hayvanlarda da vardır. Bu kuvvetler olmasaydı, insanlar, taş gibi, odun gibi olurdu.

İkincisi, akıl kuvvetleri olup, hiss-i müşterek, hâfıza, vâhime, mütesarrıfa ve hazânet-ül-hayâl denilen görünmiyen beş his organındaki kuvvetlerdir. Bu kuvvetler, insanların dimâgında [beyninde] bulunur. Hayvanlarda yoktur. Bir şeyin varlığını, bu kuvvetler, güvenilen bir haberi işitmekle veya tecrîbe ile yâhut hesap ile anlar. İyiyi fenadan, faydalıyı zararlıdan ayırırlar. Fen bilgileri, hesap, bu kuvvetlerle yapılır.

Üçüncüsü, kalb kuvveti olup, müslümanların havâssına, yâni yüksek olan seçilmiş kimselere mahsûstur. Mânevi kuvvet ile anlaşılan din bilgileri, akıl ve his kuvvetleri ile anlaşılamaz. Akıl kuvvetleri ile anlaşılan şeyleri, insan, hayvanların en üstünü olan ata, senelerce uğraşsa, anlatamaz. Bunun gibi, kalb kuvvetleri ile anlaşılan din bilgileri, meselâ marifetullahı, bu seçilmişler, başka insanlara senelerce söylese, onlar anlıyamaz. Bunlardan daha yüksek seçilmişlerin seçilmişleri vardır. Bunlardan da daha üstün Nebîler, Nebîlerden daha üstün Resûller, bunlardan da üstün Ülül'azm dereceleri vardır. Bunların üstünde de Kelîmiyyet, Ruhiyyet, Hullet ve nihâyet Mahbûbiyyet mertebeleri vardır ki, bu en üstün derece, Muhammed aleyhisselâma mahsûstur. Kalb [gönül] denilen kuvvet, yürek dediğimiz et parçasında bulunur. Elektriğin ampulde, miknâtisin elektrik tellerinin makarasında hâsıl olması gibidir.

İnsanlarda bulunan nefs-i emmâre, din bilgilerine inanmamakta, tabî'ati, yaratılışı, islâmiyete uymamaktadır. [Bunun için, şeriate uymak, nefse acı gelmekte, ona uymak istememektedir. Kalb ise, yaratılışında temizdir, sâlimdir. Fakat, nefsin şeriate uymak istememesi hastalığı, kalbe sirâyet ederek, kalb de şeriate uymak istemiyor. Şeriate inanıyor ise de, uyması acı geliyor.] İslâmiyetin doğruluğunu isbât için, ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, hasta kalbde buna yakîn hâsıl olması, çok güç olur. [Kalbde yakîn hâsıl olması için, dahilden ve hâricden hastalık gelmemesi, gelmiş olanın da tasfiyesi lâzımdır. Bunun için, nefsi tezkiye etmekten, yâni cibillî olan inkâr hastalığından ve kalbi şeytandan ve fena arkadaştan kurtarmaktan başka çâre yoktur. Nefsi tezkiye, şeriate uymakla, sonra zikir ile, sonra bir Velînin sohbeti ile, sonra râbıtası ile, sonra hayat hikâyesini okumakla olur. Mektep, meslek arkadaşı, öğretmen, gazete, televizyon, radyo, islâmiyete, ahlâka muhâlif ise, bunların fena arkadaş oldukları anlaşılır. Kalb, bu üç düşmanın şerrinden, hücûmundan kurtulunca, haramları sevmek hastalığından kurtulur. Allah sevgisi, kendiliğinden yerleşir. Suyu boşalan şişeye havânın dolması gibi olur.]Veşşemsi sûresi dokuzuncu âyetinde meâlen, (Nefsini tezkiye eden kurtuldu. Nefsini günahta, cehâlette, dalâlette bırakan, ziyân etti) buyuruldu.

[(Mevâkib tefsîri)nde diyor ki, (Nefis tezkiye edilince, kalb tasfiye bulur. Yâni nefis, kötü isteklerden kurtarılınca, kalbin mahlûklara bağlılığı kalmaz. Fârisî beyt tercümesi:

Haramları istemekten, kesilmedikçe nefis,

kalb ilâhî nûrlara, ayna olamaz hiç!

Nefsin kötülükleri, pislikleri demek, islâmiyetin beğenmediği, haram ettiği şeyler demektir). Şimdi bazıları, Allahü teâlânın fena dediği, yasak ettiği şeylere, moda, asrîlik, ilericilik diyor. Allahü teâlânın beğendiği, emrettiği şeylere gericilik, câhillik diyor. Haram işleyenlere sanatkâr, aydın, ilerici insan, müslümanlara mürtecî, yobaz, gerici diyenler oluyor. Bunlara aldanmamalı. Dîni, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenmelidir.]

Görülüyor ki, bu açık, parlak islâmiyete ve temiz, doğru yola inanmıyan kimsenin kalbi, şekerin tadını anlıyamıyan safralı gibi, hastadır. Fârisî mısra' tercümesi:

Bir kimse, kör ise, güneşin suçu ne?

Seyr ve sülûktan [yâni tasavvuf yolunda ilerlemekten] maksat, nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye etmektir. Yâni nefsi ve kalbi hastalıklardan kurtarmaktır. Bekara sûresinde, (Kalblerinde hastalık vardır) meâlindeki dokuzuncu âyet-i kerimede bildirilen hastalık tedâvî edilmedikçe, hakîkî îman ele geçmez. Bu âfetler var iken, akıl yolu ile kalbde hâsıl olan îman, îmanın sûretidir. Çünkü nefis, bu îmanın tersini istemekte, küfründe inat ve isrâr etmektedir. Böyle îman, safra hastasının, şekerin tatlı olduğuna îman etmesi gibidir. Herne kadar inandım dese de, vicdânı, şekeri acı bilmektedir. Safrası düzeldikten sonra, şekerin tatlı olduğuna hakîkî îman hâsıl olur. Îmanın hakîkati de, nefsin tezkiyesinden ve kalbin itmînânından sonra kalbde hâsıl olur. [İtmînân, hakîkî inanmak demektir.] İşte böyle hakîkî îman yalnız Evliyâda bulunur ve elden gitmez. Yûnüs sûresinde, (Biliniz ki, Allahü teâlânın Evliyâsı için, azâb korkusu, nîmetlere kavuşmamak üzüntüsü yoktur!) meâlindeki altmışikinci âyet-i kerimedeki müjde, böyle îman sahipleri içindir. Allahü teâlâ, hepimizi bu kâmil, hakîkî îmanla şereflendirsin! Âmîn.