“Şeriat”, müminleri, dıştan, “tarikat” İçten “disipline ederdi”. Bu sebepten “medrese” ile “tekke ve dergâhlar” arasında bir “çatışma” değil, işbirliği esastı. Nitekim, dinimizin büyük “imamları”, bir taraftan “şeriatın” diğer taraftan “tasavvufun” üstadları durumunda idi. Bilfarz, İmam-ı A’zam Ebu Hanîfe Hazretleri, “fıkıh” sahasında üstad olmakla, kalmamış, zamanının en büyük velîsi olan Câfer-i Sâdık Hazretlerinden iki sene “ilm-i ledün” (ilâhî sırlara dair ilimleri) de tahsil etmişti. Yine İmam-ı Gazalî Hazretleri, bir önceki yazımızda açıkladığınız üzere, diri ve dünya ilimlerinde zamanının en büyüklerinden olduğu halde, kurtuluşu “tasavvufta” bulmuştu.
Öte yandan, bütün İslâm Dünyasında “İkinci binin yenileyicisi” olarak tanınan yüce velî İmam-ı Rabbani Ahmed Farukî Hazretleri, “Şeriat” ve “Tarikat”ın bölünmez bir bütün olduğunu belirttikten sonra, “tasavvufun”, ancak “Şeriat” çizgisinde gelişebileceğini açıklar. Ona göre “Şeriata uymayan kimse Allah’a kavuşamaz.” (Bkz..273. Mektup) yine ona göre “Şeriattan kıl kadar ayrılan kimsede, ahval ve mevacîd hâsıl otursa, bu istidractır”. (Bkz. 78, 112, 184, 266, 273, 280, mektuplar).
Bununla beraber, itiraf etmek gerekir ki, İslâm dünyasında bu hakikat, zaman zaman unutulmuş, yahut ihmal edilmiştir. Veyahut “ard niyetli” bazı çevreler İslâm’ı parçalamak üzere “medrese” ile “tekke”nin, daha doğrusu “şeriat” ile “tarikatın” arasını açmak istemiş ve ıstırapla belirtelim ki, çok defa da başarılı olmuşlardır. Böylece İslâm dünyasında, zaman zaman “tasavvufu inkâr eden şeriatçılar” (!) ve “şeriatı İnkâr ve ihmal eden tarikatçılar” (!) meydana getirebilmişlerdir. Bu sürtüşme asırlarca devam etmiş ve çok zararlı olmuştur.
Sevgili şairimiz Yûnus Emre, bu bölünme ve çatışma karşısında hayrete düşmüş ve duygularını şöylece dile getirmiştir:
Mumsuz baldır şeriat,
Tortusuz yağdur tarikat,
Dost için balı yağa,
Pes niye katmayalar?
Görülüyor ki, Yûnus Emre de tıpkı İmam-ı A’zâm gibi İmam-ı Gazalî gibi, İmam-ı Rabbani gibi “Şeriat ve tarikatın birbirine karşı olmadığını, bunların birlikte yürümesi gerektiğini en iyi bilen ve söyleyen gerçek bir müslümandır”. (Bkz. Yûnus Emre Divanı, Faruk K. Timurtaş, Tercüman 1001 Temel Eser, Sf: 31).
Biz, müslümanların “şeriatçı” ve “tarikatçı” diye bölünmesini, büyük bir ıstırapla karşılarız. Tarihimizden öğrendiğimize göre tasavvufu reddeden “şeriatçılar” (!) yobazlıkla, şeriatı reddeden “tarikatçılar” (!) da zındıklıkla İtham edilmişlerdir. İş, bu kadarla da kalmamış, bu durum, “medreselerin”, hem de “tekkelerin” soysuzlaşıp yıkılmasına müncer olmuştur. Oysa sağlam, başarılı ve geçerli bir din terbiyesi, “şeriat” ve “tarikat”ın dengesi üzerine kurulabilirdi. Nitekim, bunu başarabildiği zaman İslâm Dünyası, büyük bir dinamizm içinde inkişaf ediyordu. Asla unutmamak gerekir ki, İslâm Terbiyesi sisteminde “kafanın, gönlün ve etin terbiyesi” birlikte yürütülür.
“Türk-İslâm medeniyetinde, “Cami” mihveri etrafında kurulan “külliyeler”, hem “din ve dünya ilimleri”nin, hem “ruh ve beden terbiyesi”nin, hem de “şeriat ve tasavvuf hayatı”nın, bir bütün teşkil ettiği ulu müesseselerdi. Osmanlı Türk’ü, başarısını biraz da bu dengeyi sağlamak suretiyle kurabildiği kadrolara borçludur. Bugün bile, bu terbiye sisteminden çıkaracağımız pek çok ders vardır.