Biz, genç okuyucularımıza, Batılı düşüncenin esaslarını kısaca anlatacağız. "Vahyin aydınlığından" kaçarak kendi "idrakini" gerçeğin mihengi sanan, Nietzsche' (Niçe) nin "trajik adamı", yani bir bakıma Batılı filozof, saçlarını ve sakalını yolarak düşünüyor: Acaba bilginin kaynağı objeler (eşya) mi, yoksa "insan zihni" mi? İşte, her rengi ile Batı filozofisinin dimağını eriten, çatışmalara sebep olan, koskoca "felsefe tarihini" meydana getiren "temel soru" bu olmuştur. Evet bilginin kaynağı, "objet" mi, yoksa "sujet" mi? Varlığın mahiyeti nedir?
Bilginin kaynağı objelerdir, diyenler de kendi aralarında anlaşamadılar, çeşitli ekollere bölündüler. Genellikle "empirisme" (amprizm = tecrübecilik) adını alan bu tür düşünce sahipleri, sahip olduğumuz her türlü bilginin ve bizzat insan şuurunun "dış alemden" gelen tesirlerle kurulduğunu ve yoğrulduğunu savundular. Hobbes, Epikur, Condillac gibi filozoflar "sensualist" (ihsasci) bir ekol geliştirerek "bilgimizin ilk unsurları duyularımızdır,zihnimizde ne varsa dışarıdan gelmektedir, dimağımız, bos bir levha gibidir ve gelen ihsasları (duyuları) kayd eder."Locke, Hume, Stuart Mill, bu düşünceleri çok az değiştirerek, dısarıdan gelen uyaranların "peşpeşeliği" demek olan (association) kavramını kabul ederek aklın bu mekanikliğine uyarak kurulduğunu savundular. Bu arada, Batı'da pozitivizmin doğduğuna şahit oluyoruz, Auguste Comte; zihin, olayları yine olayların verileri ile kavrayabilir, o, "Mutlak"ı kavrayamaz; Mutlak, ilmimizin dışında kalır, bu sebepten "varlık problemi" (ontoloji) üzerinde araştırma yapmak imkansızdır, pozitif düşünceye ulaştıktan sonra, insanın "metafiziğe" ihtiyacı kalmaz, çağımızda metafizikçinin yerini "ilim adamı" alacaktır, diye düşünür. İzleyicisi Littre de, Auguste Comte gibi, Mutlak'ın kavranamazlığını doğru bulmakla beraber, "Mutlak Varlığı" kabul eder, ancak bilgimizin "mutlak alemin" içinde değil kenarında kaldığını itiraf eder. Hipolite Tain, şuurumuz için var olan bilginin yalnız "fenomenlerden" gelen duyulardan ve bunların birleştirilmesinden ibaret olduğunu, bunun dışında birsey bilemeyeceğimizi savunurken, S. Mill ise, insan zihninin ancak tecrübe ile bilebileceğini, onun ötesine geçemeyeceğini belirtiyordu.
Demokrit ve Epikur ile başlayan "materialisme" ( maddecilik), Cabanis, Buhner, Haeckel, ... gibilerle günümüze kadar ulaştı. Cabanis: "Hazım nasıl midenin bir fonksiyonu ise, düşünce de dimagın bir fonksiyonundan başkası değildir" derken, Haeckel de insanın, bir madde ve enerji yığınından başka birsey olmadığını, sonsuz bir mekan ve zaman içinde, daimi bir değişim içinde bulunan madde, yoğunlaşıp çözülerek her turlu oluş ve yoğruluşa kaynak olmaktadır, bütün ruhi olaylar, maddi olayların bir tezahüründen ibarettir. Modern materyalizm halen bu noktadadır.
Bilginin kaynağı, insanin zihni ve şuurudur, diyenlere gelince, onlar da kendi aralarında anlaşamadılar, farklı ekollerde toplandılar.Genellikle rasionalisme (akilcilik) adını verebileceğimiz bu akimin filozofları, eşya ve olayları, bilginin temeli değil, belki sebebi saydılar ve bilgiyi tayin eden gücün insan zeka ve şuuru olduğunu savundular. Sokrates ve Platon'la başlayan bu görüş, günümüze kadar çeşitli adlar alarak gelmiştir. İdealizm, spiritulaizm, hatta rölativizm ve septisizm (şüphecilik ) bu görüşün çeşitli görünüşlerini ifade ederler.
Eski Yunanistan'ın ünlü filozofu Sokrates, insan bilgisinin "tecrübe öncesi ( a priori ) ve "deductif" (tümdengelime ait) bir karakteri olduğunu savunuyor, insan aklının "mutlak hakikati" kavrayacak güçte ve buna hazır bir biçimde yaratıldığını belirtirken, talebesi Platon, gerçek, "idea" (külli ve zaruri fikirler"dir. Objeler itibari (relatif) dir, "idea"lar ise tam ve mükemmeldirler. Platon'un talebesi Aristoteles ise, bilginin iki türlü olduğunu, hem tecrübeden, hem de akıldan kaynaklandığını - kendinden çok sonra gelecek E. Kant'ı hatırlatacak bir biçimde - ortaya koyar. Descartes, bilgilerimizin hem objektif, hem de "mutlak" bir değer taşıdığını iddia eder, duyular kanalıyla aldığımız verilerin akli prensiplerle düzenlendiğini belirtir. Akli prensiplerin ise Allah vergisi olduğunu savunur.
İdealizmin en tanınmış taraftarları Berkeley, Hume, Kant, Schelling, Hegel, Schopenhauer'dir.İdealizmi daha da hassaslaştırarak spiritualisme (ruhçuluk) biçiminde ele alan H. Bergson'dur. Bunların düşüncelerini kısaca özetlersek, Berkeley'e göre: duyularımız subjektiftir, duyularımıza gelen verilere "madde" adı verilemez; çünkü madde adı verilecek "bir cevher" yoktur. Bütün varlıklar ruhlar ve fikirlerden ibarettir, idrakimize yön veren Allah'tır. Berkeley'in bu görüşüne "subjektif idealizm" yahut (immaterialisme) adı verilir. Hume, Berkeley'in düşüncelerini daha da ileri götürerek, bütün varlık ve tezahürleri "şuur olaylarına" icra etti, hem maddeyi, hem de "Mutlak Varlığı" inkar etti. E. Kont, bilgimizin izafi olduğunu savunurken dış alemden gelen duyuların verilerini, zihnimiz kendi bünyesi içinde değiştirir görüşünü savundu. Zihnin kategorileri şahsi değildir, küllidir. Fenomeni ( görünüşü ) anlamak elimizdedir. Numen'i (asil gerçeği) anlamak elimizde değildir, diye düşünen Kant, "pratik akıl" için "metafizik imkanını" kabul ederken "teorik akil" için bu imkanı reddediyordu. Schelling ise, "mutlak" ile "akli" ayni değerler olarak kabul ediyor, tabiatın ve insan zihninin, ayni anda hem objet, hemde sujet olduğunu, ancak, ancak tabiatın daha objektif, insan zihninin daha subjektif olduğunu savunuyor. Ona göre mutlak yahut akıl, tabiat ve zihnin sentezini değil ayniyetini ifade ederler. Hegel ise, tabiat ve zihni, Mutlak'ın eseri kabul eder, ancak bu "Mutlak Fikir"dir. Çünkü fikir ile varlık aynı şeydir. Fikir, oluş halindedir, yokluk yoktur, yanlız oluş vardır. Fikir hareket halinde iken tez, antitez ve sentez safhalarından geçer. Fikir varlıkta vardır ve tez adini alır. Sonra zıddı ile karsılaşır tabiat adını alır bu antitezdir. Bu sentez yeni bir tez olur ve antitezi tarafından yıkılır, bu, böyle devam eder. Hegel, bu düşüncesini tarih olaylarının yorumlamasına tatbik ederek "Tarihi idealizmin Diyalektiğini" ortaya koyar. Sonradan K. Marx, Hegel'in bu düşüncesini ters çevirerek "Tarihi Materyalizmin Diyalektiğini" kurduğunu iddia edecektir. İdealistlerden Schopenhauer ise, varlığın temelini "irade" olarak görür. Kainat iradeden başkası değildir. Her varlık bir iradedir ve irade her varlıktadır. Madde, iradenin şuursuz halidir, bütün kıpırdanışlar "irade" ifade eder. Bütün iyiliklerin ve kötülüklerin kaynağı "yaşama iradesidir", mutlak olan bu iradedir. Zihin, yaşama iradesinin insandaki görünüşüdür, zihin kainatın kendini değil, görünüşünü verir. Mutlak iradenin en önemli eseri varlığımızdır, kendimizi inceleyerek alemi tanımaya çalışmalıyız, diye düşünür.
Yunanlı filozof Platon, insandan önce var olan ve ölümden sonra da devam eden, maddeden ayrı bir ruha inanırken, Aristo, ruhun maddeden doğmadığını, ancak madde ile beraber bulunabileceğini savunur. Descartes, ruh ve bedeni bir diğerine paralel fakat farklı mahiyette bulur. Leipniz de aşagi yukarı böyle düşünür, o ancak ruh ile beden arasındaki ahengi ezeli ve ilahi iradeye bağlar. Malebranche, zahiren, düşünen karar veren insanmış gibi görünse de gerçekte bu isi yapan Allah'tır. Allah'ın iradesi esas, insanin iradesi vesiledir. Spinoza ise, ruh ve bedeni bir tek cevherin tecellileri olarak yorumlar. Bu tek cevher ise, Allah'tır. Beden ve ruh arasındaki paralellik, aynı kaynaktan gelmiş olmaları ile anlaşılır. Fichte de ruhu bedenden ayrı olarak görür. Ravaisson'a göre de, kainata hakim olan güç ruhtur, şuurumuz ve zihni kaabiliyetlerimiz ruhun mahsulüdür, ruh ölmez. H. Bergson'a göre, ruh ve madde birbirine irca edilemez. Ruh keyfiyet, madde kemiyet halindedir, ruh hürriyete, madde zarurete bağlıdır. Ruh, madde ile temas kurarken bir taraftan onun kalıplarına katlanarak zeka, ilim ve kategorilerin doğmasına sebep olurken, diğer taraftan da oradan bir "hayat hamlesinin" fışkırmasına vesile olur.
Hiç şüphesiz, Batı filozofisi bu kadar basit bir izahın içine sığmaz. Lakin anlatmak istediğimiz şudur, felsefe, aklı araştırmaya sevkeder, fakat insana fert ve toplum olarak huzur ve mutluluk veremez. Bunu filozoflardan beklemeyiniz. Bize saadetin sırlarını yüce peygamberler kadrosu (salevatullahi teala aleyhim ecmain) vermişlerdir.