BİRİNCİ MEKTUB

Tarih: 2013-03-16 | Yazar : İmam-ı Rabbani (kuddise sirruhu) | Kategori: Tasavvuf

Bu mektûb, kendi mürşidi, Evliyânın büyüğü, kalb ilmlerinin müte­hassısı (Bâkî-billâh) hazretlerine yazılmışdır. İsm-i zâhire bağlı olan hâlle­ri ve Arşın üstündeki makâmlara yükselmeyi ve Cennetin derecelerini ve ba’zı Evliyânın mertebelerini bildirmekdedir:

Kâmil ve herkesi kemâle kavuşduran, vilâyet derecelerine ulaşmış, ni­hâyeti başlangıca yerleşdirilmiş olan yolda gidenlerin önderi, Allahü teâlâ­nın beğendiği dînin kuvvetlendiricisi, şeyhimiz ve imâmımız şeyh Muham­med Bâkî Nakşibendî ve Ahrârî “kaddesallahü teâlâ sirrehül akdes ve bellegahüllahü sübhânehü ilâ aksâ mâ yetemennâhü” hazretlerine, köle­lerinin en aşağısı olan Ahmedden en yüksek makâma dilekcedir. Kıymet­li emrlerinize uyarak bu mektûbu yüzümün karası ile yazıyorum. Dağınık, bozuk olan hâllerimi titriyerek arz ediyorum. Bu yolda ilerlerken, Allahü teâlânın zâhir ismi o kadar çok tecellî etdi ki, her şeyde ayrı ayrı göründü. Bu tâifeye o kadar bağlandım ki, nasıl bildireyim, kendimi tutamıyordum. Onların şeklindeki zuhûr başka hiçbir şeyde yokdu. Âlem-i emrdeki la­tîfelerin hâlleri ve acâib güzellikler bu şeklde görüldüğü kadar başka hiç­bir şeyde görülmüyordu. Onların yanında eriyordum. Yanıp kül oluyor­dum. Bunun gibi her yiyecekde, her içecekde ve her cismde ayrı ayrı te­cellîler oldu. Lezzetli yemeklerde olan letâfet ve güzellik başka şeyler­de yokdu. Tatlı şerbetler de, tatlı olmayanlardan böyle başka idi. Kısa­ca her tatlı şeyde başka başka kemâl vardı. Bu tecellînin incelikleri, yaz­makla bildirilemez. Yüksek hizmetinizde bulunmakla şereflenmiş ol­saydım, belki bildirmek nasîb olurdu. Bu tecellîlerin hepsi karşısında, yal­nız (Refîk-ı a’lâ)yı istiyordum. Bu tecellîlere bakmamağa çalışıyordum, fekat kendimi tutamıyordum. Birdenbire, bu tecellîlerin, o zemânsız, mekânsız, hiçbirşeye benzemeyen varlığa bağlılığı değişdirmediğini an­ladım. Bâtın, ya’nî kalb ve rûh, hep ona bağlı idi. Zâhire hiç bakmıyor­du. Zâhirde bu bağlılık yokdu. Zâhir, bu tecellîlerle şereflenmişdi. Bâtı­nın gözü bu tecellîlere hiç kaymıyordu. Bunları bilmekden, görmekden yüz çevirmişdi. Zâhir, çokluğa ve iki varlığa bağlı olduğundan, bu tecel­lîlere uygun idi.

Bir zemân sonra, bu tecellîler görünmez oldu. Bâtının şaşkınlığı ve bil­gisizliği yine vardı. Tecellîler yok oldu. Bundan sonra, (FENÂ) hâsıl oldu. Te’ayyün geri geldikden sonra hâsıl olan Te’ayyün-i ilmî, bu fenâda yok ol­du, bundan hiçbir şey kalmadı. Bu zemân islâm-i hakîkî başlamağa ve şirk-i hafînin alâmetleri yok olmağa başladı. İbâdetleri kusûrlu ve niyyet­leri bozuk görmek ve kulluk ve yokluk alâmetleri görünmeğe başladı. Al­lahü teâlâ, yüksek teveccühlerinizin ve merhametinizin bereketi ile kulluk ne demek olduğunu bildiriyor. Arşın üstüne yükselmek çok oluyor. Bunlar­dan birinci çıkışda, uzun yolculukdan sonra, Arşın üstüne yükselince, Cen­net yukarıdan kuş bakışı göründü. Bildiklerimden birkaçının Cennetdeki ma­kâmlarını görmek istedim. Dikkat etdim. Göründüler; makâmların sâhib­lerini de o makâmlarda gördüm. Dereceleri, yerleri, şevkleri ve zevkleri baş­ka başka idi. Başka bir yükselişde büyüklerimizin ve Ehl-i beyt imâmları­nın ve Hulefâ-i Râşidînin ve Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” haz­retlerinin ve başka peygamberlerin makâmları ayrı ayrı göründü. Melekle­rin yükseklerinin makâmları. Arşın üstünde göründü. Arşın üstünde o ka­dar yükseltdiler ki, yeryüzünden Arşa kadar veyâ bundan biraz dahâ az, ya’nî Hâce Nakşibend “kaddesallahü teâlâ sirrahül akdes” hazretlerinin makâ­mına olan uzaklık kadar ilerletdiler. Nakşibend hazretlerinin makâmının üs­tünde, büyüklerden birkaçının makâmı vardı. Bu makâmın az üstünde Ma’rûf-i Kerhî ve Şeyh Ebû Sa’îd-i Harrâzın makâmı vardı. Başka büyük­lerin makâmları, bu makâmlardan biraz aşağıda ve bir çoğu bu makâmda idi­ler. Şeyh Alâüddevle ve Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ aşağıda idi. Ehl-i beyt imâmları bu makâmın üstünde idi. Bunların üstünde, dört halîfenin “rıdvâ­nullahi teâlâ aleyhim ecma’în” makâmları vardı. Peygamberlerin “alâ ne­biyyinâ ve aleyhimüssalâtü vesselâm” makâmları, o Serverin “sallallahü aley­hi ve sellem” makâmının bir yanında idi. Meleklerin büyüklerinin “salevâ­tullahi ve selâmühü alâ nebiyyinâ ve aleyhim ecma’în” makâmları, bu ma­kâmın öte yanında ve bu makâmdan ayrı idiler. O Serverin makâmı, bütün makâmların üstünde, en başda idi. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir.

Allahü teâlânın yardımı ile, her istediğim zemân yükseltiyorlar. İsteme­den de yükseltdikleri oluyor. Her birinde başka başka şeyler görülüyor. Hepsinin eserleri belli oluyor. Bunların çoğu unutuluyor. O hâllerin birka­çını yazmak istiyorum, fekat kalemi elime alınca hâtırlıyamıyorum. Çün­ki, hiçbirine kıymet vermiyorum. Hattâ bu hâllerden tevbe ve istigfâr ede­ceğim geliyor. Onun için yazmağa sıra gelmiyor. Bu bozuk yazılarımı dol­dururken birkaç şey hâtırımda idi, fekat hiçbirini yazmak nasîb olmadı. Say­gısızlığımı uzatmıyayım.

Molla Kâsım Alînin hâli çok iyidir. Kendini gayb etmiş, şü’ûrsuz, bitkin bir hâldedir. Cezbe makâmlarının hepsini aşdı. Kendi hâllerinin, sıfatları­nın asldan geldiğini biliyordu. Şimdi, o sıfatları kendinden uzak görüyor. Kendini bomboş buluyor, hattâ sıfatları durduran nûru da kendinden ay­rılmış görüyor. Kendini o nûrun öte tarafında buluyor. Sevdiklerimizin hep­sinin hâlleri, her gün dahâ iyi olmakdadır. Bundan sonraki mektûbda in­şâallahü teâlâ uzun uzun arz ederim, efendim.